…ÖLMESEYDİ

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Televizyonda günlerdir aynı haber:  “Ramazan Bayramı’nda Türkiye’ye pasaportsuz gelen Suriyeliler şimdi Kurban Bayramı dolayısıyla Türk vatandaşlarını pasaportsuz olarak Suriye’ye bekliyorlar.”

“Özledim… İzini bir bulabilsem, sarılsam boynuna. Vefasız dünya…”  diye söyleniyordu Güley.  Gelinlik yaşındaki kızı Elif’le birlikte Öncüpınar Gümrük Kapısı’ndaydılar. Kızından başka kimsesi yoktu.  Karşıdan gelen kır saçlı soluk benizli adamla, yılların gölgesinde buluştular. Kadının aklı eskilere gitti. Heyecanlıydı.

“Bu oğlanla evlenirsen seni evlatlıktan silerim Güley!”
“Ölürüm de Süleyman’dan başkasıyla evlenmem!”
“Getirsin öyleyse başlık parasını saysın avucuma…”
Süleyman, kahvelerde çay dağıtarak başlık parasını biriktiremeyeceğini anlayınca karanlık gecelerde, mayınların arasında, pasaportsuz, kara trenlerle Kargamış’a gidip geliyordu. Getirdiği kaçak malları anasına teslim ederdi. Kürt Haney siyah ipekli çarşafının altında sakladığı mallarla ev ev dolaşır; eşe dosta övgüyle satardı. Bize her uğrayışında:

“Hele kızım bir fincan kahve yapsana. Yanında da bir bardak soğuk su…” derdi. Tabakasında sarılı, kız saçı, ince kıyılmış kaçak tütünü tellendirirdi. Başlık parası için akşama kadar uğraşır dururdu bu yaşta.  Bayılırdım ağzından dökülen sözcüklere:
“Bak kızım şu yavruağzı, saten… Nasıl da güzel olur yorgan yüzüne, değil mi?”
Deli pembe şifon gecelik için:
“Nasıl da yakışır sana!..” diyordu.

Teyzeme sattığı,  Kahveci Güzeli, Saraydan Kız Kaçırma desenli duvar halılarına baka baka teyzemin evinde uyumayı severdim uzun kış gecelerinde… O tombul, süslü kadınları seyretmeye doyamazdım. Bir süre sonra sanki ben olurdum halıdaki kadınlardan biri. Beyaz atlı prensin hayaliyle uyuyakalırdım.
Süleyman’ın taşıdığı kaçak malları bir gören bir daha göremezdi. Farklı mallar getirirdi. Haney, oğluna çok düşkündü, kıyamazdı; ama çaresizlik vardı işin içinde. Bazen kendisi giderdi sınıra.

Kış kapıya dayanmıştı. Kasımla başlayan dondurucu hava ortalığı kasıp kavuruyordu. Bir adam boyunu geçen kar; yaşamı iyice durdurmuş, günlerce elektrikler kesilmişti. Bütün yollar kapandı. Babam işe gidemedi. Annem büyük leğende mayaladığı hamuru kuzinede ekmek yapıp yedirdi bize günlerce. Fırat’tan taşan sularla büyük balıklar karaya vurmuş, kahvelerde kilo kilo satılmıştı.

Övünmeyi çok seven bitişik komşumuz Fadile Teyze’yle annem, evlerin ara duvarındaki bir briketlik ‘konuşma penceresi’ nden konuşurlarken, annemin ayağının dibine çömelmiş, merakla onları dinliyordum. Gözüm merdivenlerden aşağıya takıldı. Sokak kapısının önünde Mustafa Amca’nın babamla hararetli konuşmalarına kulak kabarttım bu kez. Merdivenleri usul usul inip seslerine biraz daha yaklaştım.
“Halil usta, bu kızı doğrarım da vermem Süleyman’a…”
“Niçin Mustafa Ağa?”
“Çünkü o itin kazancı helal değil. Diş tırnak, çalışıp besledim çocuklarımı. Kursaklarına haram giremedi.”

Ne acımasız adamdı öyle!  Babamın ona karşı çıkmamasını da yadırgamıştım doğrusu.
Zemheride bir akşam ayazıydı. Okuldan eve döndüğümde, morarmış parmaklarımı soba borusuna dokunarak ısıtırken, birden annemin kapıya seğirttiğini gördüm. Dışarıdan kesik kesik ağıt sesleri geliyordu.

“Oğlum gitti, duyun komşular! Mustafa alçağı bayram etsin…”

Kürtçe ağıtlar geliyordu sokaktan. Haney Teyze’nin sesiydi. Annem soluğu dışarıda almıştı. Biz de ardından koştuk. Kendini yerden yere atan eli yüzü dövmeli teyzem, bordo poşusundan dağılmış kınalı saçlarıyla yerde baygınlık geçiriyordu. Üzerinde eteği çiçekli işli, siyah kadife elbisesi vardı…

Evimizin kapısından içeriye adımımı atar atmaz babamla göz göze geldik. Radyonun sesini iyice açmış, pür dikkat dinliyordu.  Sunucu ilgisizce anlatıyordu. Akşam yedi haberleri:

“Sınırda kaçakçılarla askerler arasında çatışma oldu… Kimliği bilinmeyen, bir kaçakçı öldü…”
“Abla… Yoksa ölen, Güley Abla’mın sevdiği adam mı?”
Annem telaşla içeri girdi.
“Hadi yavrum, bana yardım et. Açlardır… Gece hiç uyumamışlar…”

Tel dolaptan, havuçlu Özbek pilavını, sofraya sarılmış pide ekmeği, geceden mayalanmış bir satıl yoğurdu alıp Haney Teyze’nin evine gittik. Beni yanına çağırdı. Sarıldı. Saçlarımı sıvazladı. Gülen gözleri çökmüş, başındaki poşusunun rengi değişmişti. Siyah bağlanmıştı. Ağlıyordu.

“Gitti kızım gitti… Bu Haney Teyzen öldü artık. Süleyman’ı vurdular haberin ola… Güley de evden kaçmış? Başını alıp gitmiş… Öldürdü babası ikisini de. Bayram etsin artık itoğlu it!” derken başı düştü, dişleri kitlendi. Konu komşu çaput yakıp, koklattılar. Ayıldı. Kendine gelir gibi oldu.

O kış bizim mahallede zehir gibi geçti. Bahar erken tomurcuklandı. Ne Güley Abla döndü, ne de Süleyman Ağabey’in cenazesi geldi mahallemize. Günü solmuş Haney ortalarda görünmez olmuştu.
Sabahın kuşluk vaktiydi. Kapı vuruluyordu. Annem yataktan sıçradı.
“Hayırdır inşallah… Sabahın bu saatinde… Kim o?”
Yorganın arasından merak içinde bakışıyorduk.
Annem kapıya seğirtti. İçeriye saçları uzamış bir genç adam ve kucağında kundaklı   bebeğiyle bir kadın girdi. Ablam yataktan ok gibi fırladı.
Annem şaşkın, heyecanla sordu:
“Hoş geldin Süleyman’ım!”
< “Nereden çıktınız böyle?”

Güley Abla’m süslenmiş püslenmiş, Süleyman Ağabey’imin ardına düşüp bize gelmişti. Bordo kadifesinin alı yüzüne vurmuştu. Suriye kremlerinden sürünmüş, taş bebek gibiydi. Hayret!  Rüya mıydı yoksa?!

 “Zor yaşadık abla. Zehirdi günler.” Yutkunarak anlatmaya çalışıyordu.

“Güley’le ben deliler gibi sevdalıydık birbirimize, biliyordunuz. Sonunda asker arkadaşım Cemil’in sınırdaki evinde kavuştuk birbirimize. Mutluyduk. Saklandık durduk onun bunun evinde. Bir de kızımız oldu.  Uzun süre kaçamadık jandarmadan, polisten.”
“Anam nasıl Halil Ağabey?
“Sen sağ ol…”
Ortalık birden buza kesmişti.
“Allah ufaklığa versin ömrünü…”
“Adı ne?”
“Elif…”
“Kaç aylık?”

  “Yirmisi çıkmadı daha!”
“Nazar değmez inşallah… Haney de görmeliydi ah ah!”
Annem ayağa kalktı, usulca yüklüğe doğru yürüdü.

“Al şu muskayı da çocuğun omzuna dik, iki de üzerlik sonra atarız…”
“Sağ olasın!”
Nazarlığı bebeğin omzuna iğneledi.
“Babam nasıl abla? Duymaz değil mi geldiğimi?”
“Duymaz. Sen sağ ol… Dayanamadı olanlara…”

Sürmeli siyah kirpiklerinden dökülen yaşlar, kara üzüm gözlerini bir anda siyaha boyamıştı. Hıçkırarak ağlıyordu.
Babam kardeşlerime:
“Hadi çocuklar, uyanın! Bakın umulmadık misafirlerimiz gelmiş…” dedi. Babamın düğünü bayramı olmuştu.

“İşte dünyanın hali! Ciğerlerim çok kötü. İnce ağrı dediler. Evlenince iyice azdı yaralar. Ölmeden gelmek istedim buralara. Kargamış’ta ev tuttuk. Arada gidip boncuk, pul getiriyorum. Arkadaşlarıma satıyorum, sağ olsunlar. Ev kadınları para kazanmak için barlardaki şarkıcıların kıyafetlerine işliyorlarmış. Aslında bu iş öldü. Kaçakçılıkta para yok! Silahta, eroinde iyi para varmış. Onlar da malum, sermaye işi. Nerede bende o kadar para pul?”

“Bırak bu işleri oğlum. Sen gel buralara. Dön. Kahvede eski işine devam et…”
“Gücüm yok ağabey. Kahvede duman altında hiç çalışamam. Ayrıca benim öyle yerlerde çalışmam doğru olmaz. Malum, hem aranıyorum hem de bu lanet hastalık bulaşıcı, biliyorsun.”
“Bize helal para gerek oğlum. Ne yapacaksın boncuğu cıncığı? Sıcak aşını ye keyfine bak. Dünya üç günlük… Gerisi boş…”

Güley ablam rahatlamıştı.  Birden söze karıştı:

“Haklı söylüyor Halil Ağabey. Babam ölmüş, kim karışabilir bize artık? Ben çalışırım. Bir odalı ev neyimize yetmez? Evde iş işlerim, fıstık kırarım olur biter…”
Babam başını salladıktan sonra seslendi:

“Hadi kalkın yataktan artık. Hanımmm!..  Şöyle sahanda bir yumurta yapsan. Yanına, yeşil zeytinle fokur fokur çay da nasıl ısıtır içimizi sabah sabah. Soba ateşli daha. İki odun atalım sönmeden… Bırak be oğlum. Nenize gerek çini çanak, inci boncuk? Olmaz olsun yavruağzı yorgan yüzü… Çit basma bize çok bile.”

Kapı vuruluyordu. Alacaklı gelmişti sanki! Soluksuz bakıştılar. Babam kapıya seğirtti, jandarmalar gelmişti. İçeri daldılar. Süleyman’ın yüzü çaput gibi geçti. Soluksuz kalmıştı. Ayağa kalktı. Bileklerini uzattı. Bu kaçıncı kelepçeydi?

Elif bebek katıla katıla ağlıyordu. Yüzü morardı. Kadıncağız arkasını döndü, kucağına yatırdığı bebeğine sağ eliyle memesini verdi. Memenin ucunu bir türlü bulamadı yavrucağız. Sütü kesilmişti. Annem sitemle eğildi yardım etti.

“Ne yapalım şeriatın kestiği parmak acımaz… Ağulu süt fayda etmez ama… Belli ki çekecek çilesi var bu yavrunun da!”

Jandarmaların arasında giden Süleyman ağabeye bakakaldık. Ağlıyorduk.
“Haney ölmeseydi!” diye söylenmeye başladı annem,  “ Ne yapar ne eder göndermezdi oğlunu.”

Babam ceketinin iç cebinden tabakasını çıkardı; kapağını açtı, sarılı tütünden bir tanesini diliyle yaladı, yaktı. Derin bir nefes çekti.  Evimizin arka odasındaki pencereye koşuşmuştuk. Süleyman ağabeyi jandarmalar Jeep’e bindirdiler.  Başını çevirip bizlere baktı.

Vakitsiz bir ezan okuyordu dışarıda.
Salâ veriliyordu…
Ölen kimdi?  Kimlerdi?

Nesrin ÖZYAYCI

0
mutlu
Mutlu
0
kahkaha
Kahkaha
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
susuyorum
Susuyorum
0
_zg_n
Üzgün
0
a_l_yorum
Ağlıyorum
0
sinirli
Sinirli
0
alk_
Alkış
0
be_enmedim
Beğenmedim
…ÖLMESEYDİ

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.
Mahmood Coffee
Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

Giriş Yap

Gaziantep Haber, Gaziantep Son Dakika, Gaziantep Sağlık Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin